Dergimizin sayılarını yayınladığımız issuu.com sitesi Türkiye'de yasaklandı. Bir telif uğruna bütün bir hizmetin engellenmesini kınıyoruz. Bizi okumak için VPN'lerinizi açmayı unutmayın.

Jehan Barbur

Rakınıza buz ister misiniz, şarkı söylemeye devam eder misiniz?

“Gidersen”, “Öylesine”, “Eskiden” derken hep bir hüzün yükledik ona. Ama bilenler, dinleyenler, izleyenler bilir. O, hüzünlerin kadını değil sadece. O, aynı zamanda kıpır kıpır oradan oraya yalın ayak zıplayan bir kadın… Boo! için Jehan Barbur ile müzikten, tiyatrodan, dizilerden, yeni kitabı Çatıdaki Çimenler’den ve bol bol da hayattan bahsettik… 

Şimdi, burada röportajı okutacak, okurun ilgisini çekecek çok çarpıcı şeyler yazmalı, biliyorum. Ama onu yaparsam bu küçük kadının tevazuuna, samimiyetine ihanet etmiş olurum hissinden dolayı yapamıyorum. İçimden de gelmiyor. Çünkü o çok sade… Olduğu gibi… Kendi deyimiyle hayatı şiir gibi yaşayan benim için bir tesadüf, bir işaret.

Şimdiye kadar kendisini canlı dinlerken, hep o karşımda rakı içti; şarkılarını söylerken kadehini bizler için kaldırmayı da hiç ihmal etmedi ama bu defa oturduk beraber bir rakı içtik. Biz sorduk, o da tüm samimiyetiyle anlattı. Hiçbir lafını sakınmadı. Rakının buzu gibi serinletti zor yudumları anlatırken ve su gibi aktı gitti zaman…


2009’da “Uyan”, sonrasında “Hayat” ve geçtiğimiz yıl da “Sarı” albümü geldi. Peki, bu 3 albümden önce her şey nasıl başladı? Müzikle ne zaman tanıştınız ve onu hayatınızın neredeyse tam da ortasına almaya nasıl karar verdiniz?

2004’te hayatımı müzikten kazanmaya başladım.  Ne zaman ki başka işlere girip sabah 9, akşam 6 çalışmaya başladım, ağlayarak gidip sabah kalkmak istemeyip nefret etmeye başladım,  “hayat bu mu be!” dedim o zaman başladı her şey.  Yani hiçbir şey sevmeyip sadece bunu sevdiğimi anlayıp normal var sayılan, gündelik hayatın çok sıkıcı olduğuna karar verip ‘müzik bir hobi değil, peki gerçekten bir iş olabilir mi acaba bu ülkede?’ sorusunu sormaya başladığımda… E, yavaş yavaş para kazandıktan sonra bu işten, ‘evet yapabilirim’ dedim. Herkes şunu soruyor:  Ne yapıyorsun? ‘Müzisyenim, 3 kişiden mensup bir grubumuz var, haftanın 5 gecesi çalıyoruz’ diyorum. Gelen soru ‘yani başka ne yapıyorsun?’ oluyor. Bir şey yapmıyorum, ne yapabilirim ki… Zannediyorlar ki çıkıyorum 2 saat şarkı söylüyorum ve bitiyor. Oysa bu tüm gün mesai alan bir şey, 7/24 süren bir şey, hatta tatilin yok;  herkes tatile gittiği zaman sen çalışıyorsun, gecen yok gündüzün yok aslında. Patronun da yok. Çok sevdim ben bu hayatı. Ve başka hayat yaşamak istemiyorum; müzikle yaşamak istemiyorum. Buna da karar vermem yıl olarak 2004-2005’e tekabül ediyor.

İskenderun’da doğup büyüdünüz. Arkadaşlık, dostluk, aşk, sevgi, güven, aile gibi kavramları içimizde şekillendirdiğimiz zamanlarda siz Akdeniz’in en tatlı, kültürel olarak en dolu olan yerlerinden birindeydiniz. Oradan sonra yanılmıyorsam önce Ankara sonra da İstanbul nasıl geldi? Yaşam biçiminiz, bu kavramların değerleri ya da anlamları değişti mi?

Bence çocukken neyse o. Değişmiyor, değişmez. Yani hep o kavramların içini doldurmaya çalışıyorsun sadece. Yoksa kavram aynı. Sevmek, aşık olmak… Hani koku hafızası diye bir şey vardır ya;  7’sinde neyin kokusunu aldıysan sana onu hatırlatır. Bence sevgi, aşk dostluk, arkadaşlık gibi kavramlarda da ilk hissettiğin şey neyse sonrasında da seni onun peşinden gitmeye iteler. Bulursun, bulamazsın, hayal kırıklığına uğrarsın, dersin ki “ya öyle değildi o iş” ama yine onun peşine düşersin.  O yüzden bence değişmiyor. Sadece farklı yaşandığını görüyorsun ama peşine düştüğün duygu bence değişmiyor.

Bu kavramların sizin bildiğinizden daha farklı yaşandığını gördüğünüzde ne yaptınız, ne hissettiniz?

Denedim, farklı yaşamayı denedim.

Peki bu müziğinizi etkiledi mi?

E, tabii… Hayal kırıklığına uğruyorsun, herkes uğruyor. Çünkü bence herkes çocukken tanıştığı şeyi aramaya koyuluyor. Sonra nasır tutmaya başlıyorsun. Öyle filmlerde izlediğin ya da çocukken birinin elini tuttuğunda hissettiğin kadar masum olmadığı zamanlar oluyor ona bir şeyler diziyorsun ama yine onun peşindesin aslında o şarkıyı yazmanın amacı zaten onun peşinde olduğunu ısrarla söylemek. Şu safsataya inanmıyorum: “gerçek hayatta bu böyle değil”. Bence öyle! Bin kadınla yatmış bir adam için de aynı şey geçerli, hayatında sadece bir adamla beraber olmuş bir kadın için de aynı şey geçerli. 

Müzik için çok zor bir alan diyebiliriz, en azından profesyonel olarak devam etmek için (uzaktan öyle görünüyor). “Piyasa” diye adlandıranlar var. Tutunması, başlaması ve devam etmesi zor deniliyor. Siz başlarken zorlandınız mı? Ya da devam ederken…

Piyasa diye adlandırıyorlar ama piyasası yok. Hep zorlanıyorum her gün zorlanıyorum. Ama zor olması, devam etmemem gerektiği anlamına gelmiyor. Bir kere elle tutulamayan bir şey yapıyorsun. Siz de işe giderken zorlanıyorsunuz; bu dergiyi ayakta tutmak için zorlanıyorsunuz. Her işin bir zorluğu var ama arabesk bir zorluk… Onu nasıl tabir ettiğinle alakalı. Birkaç röportajdır söylüyorum: mağduriyet seviyoruz biz. ‘Çok zor yollardan geçtim’ demeyi ya da denilince dinlemeyi… Halbuki zor olmayan hiçbir şey yok. Yaşamak zor, hayat zor bir teneffüs diyeyim. 

Aslında şöyle: biz sabah 9 akşam 6 çalışırken… 

Beni hiçbir kuvvet sabah 8’de… Çok zor… 

Yani haklarım belli, sigortam yatıyor kapıdan çıkınca benim kafam rahat. Ama sizin öyle değil gibi?

Ben her gün düşünmek zorundayım. Sen de her gün düşünüyorsun. Bir gün işten çıkarsalar hadi bakalım… Bir de sevmediğin bir işe gidiyorsan daha da zor. Dünyada bir müzisyen bir konserle hayatını kurtarabiliyor. Oysa ben yılda 80 konser vermeliyim. Konser vermezsem geçinemem. Ya da mesela: Ben evlendim, çocuk doğursam bana lütfen izin verin. Böyle bir şey yok! Biz özel sigortamızı, özel emekliliğimizi kendimiz düşünmek zorundayız. Dolayısıyla hastalandın, sesini yitirdin, kocam davulcu, kolunu kırdı… Olamaz… Biz hep kendimize iyi bakmak, iyi durmak zorundayız. Ama ne kadar yapabilirsin ki bunu…  Sürekli seyahat halindesin; uçakta bir virüs var, grip ve hadi bakalım kaç kaçabilirsen… Hastasın; bütün ay konserler iptal. Gezi olayı oluyor, müzik kayıp;  10 konser patlar. Ama zaten bunları bilerek girdik, bunlar şikayet değil. Bir de yaptığın müzik televizyonda dönmez, klip çekersin hiçbir kanal göstermez. Haber olacağın gazeteler bellidir. 3 albümüm var bir kere ulusal kanala çıkmadım. Hiçbir zaman teklif gelmedi, alternatif radyo programlarına, haber kanallarına, sizin gibi alternatif sayılabilecek dergilere, muhalif duran gazetelere defalarca çıktım. Günde 2 defa röportaj sorularına cevaplar yazıp gönderiyorum. Hiçbirine hayır demiyorum. Belki görünür olan birçok insandan daha çok görünürüz ama hala yok sayılırız. Onu da baştan kabulüz.

Gündüz, geceye faşizan

Zor…

Zor değil, sizin işiniz kadar zor. Siz işe giderken ben eve geçiyorum. Ben bunu seçtim. Kıyafetime karışılsın istemedim. Sigara içmek istediğimde içmek istedim, evden dışarı çıkmak istediğimde engel olunmasın istedim. Resim çizeceksen bir ofise giremezsin. Bu ülkede bu, sergüzeştlik olarak algılanıyor ne yazık ki. Alttaki komşun viledayla vuruyor. E, kardeşim, senin de sabah 8’de çocuğun ağlıyor, tak tak yürüyorsun. Ben bir şey diyor muyum? Gündüz, geceye faşizan.

Ekşi Sözlük’ün düzenlediği bir söyleşiye konuk olmuştunuz. Ve orada 2002 yılında İstanbul’a yerleşirken yaşadığınız zorluklar içinde koştururken ışıklarda durup “Lütfen burada kalmam için bir işaret gönder” diye geçirdikten sonra kafanızı çevirdiğinizde çok sevdiğiniz zamanında fakslar gönderdiğiniz Murathan Mungan’ı gördüğünüzü anlatmıştınız. Hayatın işaretlerine inanıyor musunuz? Yoksa inanmak mı istiyorsunuz?

Hayat o işaretlerden müteşekkil zaten. Sadece hayat, onlara bakmanı bekleyen bir mecra. Bakmadığında birçok şeyi kaçırıyorsun. Yani orada yanımda Murathan Mungan dursa ne olur durmasa ne olur… Ben onu kafama koymuşum yapacağım. O, bana itki; kendimi ikna etmek için uydurduğum bir bahane aslında, bir tesadüf. Bir kader, bir hayat oyunu, beni oraya getiren değil. Ama ben şiir gibi görmek istiyorum her şeyi.  O benim için bir şiir, onun gibi yüzlerce var. Ve hep anlatırım; ‘ne, yine mi?’ falan derler. ‘Düşünebiliyor musun böyle oldu, şöyle oldu ve bir de böyle oldu, inanabiliyor musun?’ diye anlatırım bol bol. Aslında ben onun peşinden koştum. Koştuğum için sürekli karşılaşmam çok doğal. Ama ben onu biraz şairane bir yere oturtmaktan haz alıyorum.

“Tesadüf” şarkısı da buradan mı çıktı?

Aaa hiç alakası yok. Bir çocuğa aşıktım, benden ayrıldı. Ben de Tesadüf’ü yazdım. ‘Hadi git’ kısmında aslında; ‘bir dur be, belki ben senin şairane tesadüfünüm’ demek için yazdım onca şeyi.  

Şarkılar ortaya nasıl çıkıyor? Deneyimler mi, hayaller mi, olunan mı yoksa olmak istenilen mi başrolde oluyor bu süreçte?

Yaşayarak. Bazen hiç çıkmıyor; bazen 8 ay kalem kıpırdatmıyorum, hiçbir şey yazamıyorum, bazen geliyor bir anda…

Peki olmayı hayal ettiğiniz mi, deneyimleriniz mi neler var şarkılarda?

Hepsi…  Mesela bir şairi kahramanlaştırırsın sonra, tanışırsın. Çok acayip aşk şiirleri yazan bir şair olsun. Hayat hikâyesini öğrenirsin; kadınlara gerçekte çok kötü davranıyordur.  Tam olarak bunun gibi aslında. Yazılmış şey; bence o insanın hasret duyduğu, yaşamayı istediğinin en derin halidir. Bizi sokakta yazdığımız hüzünlü bir şarkı yüzünden hüzünlü görmeyi beklemek bir hata olur. Yazdığımız çok eğlenceli bir şarkı için eğlenceli görmeyi beklemek de hata olur. Onlar bence yaşama duyduğumuz en hasretli hallerdir.

Şarkı söylerken sesinizde hep bir huzur ve sükûnet var ama konserlerinizde ya da dinletilerinizde bu portrenin dışında; yerinde duramayan, kıpır kıpır bir “küçük kadın” da var. Şarkıları hangi duyguların yoğunluğunda yaratıyorsunuz?

Hepsi… Sadece hüzünle, sadece neşeyle olmuyor. Orada sahnedesin bir de canlı performans… Adı üstünde canlı; can vermen lazım. Zaten oraya canla çıkıyorsun. Mesela albümlerde hep bir denge tutturmaya çalıştım. Hepsi hüzünlü olmamalı. Ama öyle anılıyor. Neden? Çünkü milletin Youtube’dan oradan buradan seçtiği şarkıların hepsi ağlak, ’Allah’ım bir jilet ver, damarlarımı parçalayayım’ dedirtiyor insana. Ama ben bütün konserlerde üst üste 30 şarkı böyle söylesem; canım sıkılır, arada canım istiyor ama o da olmaz.

Herhalde ben ölsem ‘bilmem ne dizisindeki şarkıyı söyleyen’ derler.

Müzikte belirlediğiniz bir hedef var mı? 

Bu ülkede bir hedef olmuyor. Olsa olurdu bence şimdiye kadar. Keşke dünyaya açılsaydık, keşke değerimiz ne onu bilseydik. Çöp bir iş mi yapıyorum, kötü bir iş mi iyi mi bilmiyorum. Hâlâ kötü müyüm, iyi miyim bilmiyorum. İşte; arkadaşlar, eş-dost, bizi sevenler, müzisyenler ‘çok iyi bir şey yapıyorsunuz’ diyorlar, biz de inanıyoruz; inanmak istiyoruz. Ama evrensel anlamdaki değerimizden bihaber yaşıyoruz. Bir piyanistle tanışıyorsun, ‘vay be ne güzel çalıyor’ diyorsun, sonra dünya çapındaki piyanistlerle karşılaştırıyorsun. Aslında onun dünyada bir yeri var. Ama bu ülkede daha ülke seni kabul etmiyor. Aynı yerdesin gibi geliyor. Halbuki bir adım öndesin. Sonra ölüyorsun garip garip haberler yapıyorlar. Mesela Tuncel Kurtiz…  Adam dünya çapında bir oyuncu, müthiş bir teatral geçmişi var, siyasi bir kimliği var. Geçip ‘Ramiz dayı hayatını kaybetti’ diye haber yapılıyor. Bu mu yani? Herhalde ben ölsem ‘bilmem ne dizisindeki şarkıyı söyleyen’ derler. Ne hedefin olabilir ki… Dinleyicim olsun yeter diyorsun…

Sarı albümünüzdeki “Eskiden” şarkısının klibinin fikri nasıl ortaya çıktı? 

Aslında orada gördüğün her şeye yazdığım bir şarkıydı. Oradaki her cümleye… Kör göze parmak diyerek çektiğimiz bir klip. Annemin çektiği görüntüler… ‘Gördüğüm şeyi mi hatırlıyorum, yoksa hatırlıyor muyum gerçekten?’ dediğim şeylere yazdığım bir şarkı. Onları yönetmenle konuştuk. O da ‘bu bana izlettiğin görüntülerdeki yerler aynen duruyor mu?’ diye sordu.  Ben de dedim ki aynen durduğunu söyledim. Çünkü İskenderun öyle bir yer. ‘O zaman gidelim’ dedi. Ben, Mert, Selim gittik. 3 gece 3 gün çalıştık. Şarkı neyi anlatıyorsa klipte o var. Zaten kendime çektim. Kendi kısa özgeçmişim.

İskenderun’a sık sık gider misiniz? Klip için gittiğinizde neler hissettiniz? 

Ailem orada; anneannem orada, dayılarım orada. Klibi çekerken başka şeyler hissettim. Soğukoluk diye bir yayla vardır. Uğur Dündar’ın ‘burada genelev var’ diyerek bitirdiği bir yayladır. Çocukluğum orada geçti. Sonradan Güzel Yayla oldu ismi. Orada bizim eskiden bir evimiz vardı kiralık, yazları yayla diye oraya gidilirdi. 1992 senesinde biz o evi kaybettik. Sonra dayım bize bir sürpriz yapmış; geçen yıl o evi geri almış bundan 21 yıl sonra. Dolayısıyla ben o klibi çekmek için 21 yıl sonra o eve ilk defa girdim. O, beni çok duygulandırdı. O beni başka bir yere götürdü, o eve girişim, sobayı yakışımız… Hiç unutmayacağım.

Şarkıda özlem duygusu çok yoğun. Bu duyguyu hissetmekten yorulmuyor musunuz? Nasıl baş edebiliyorsunuz?

Baş edemiyorum. Bir şeyi özlüyorsanız güven duygunuzda muhtemelen bir eksiklik var. Kendinize duyduğunuz güvenle alakalı değil, yaşamla alakalı. Çocukken herkes bir aradaydı bizde. Büyük bir aileydik. Ben kendimi çok güvende hissediyordum. Ve kendimi hem çok şanslı hem de şanssız görüyorum çünkü bana onların hepsi verildi sonra bitti, çünkü büyüdüm, öldüler. Cılızlaştık, küçüldük. O bir daha gelmeyecek biliyorsun ve o çok pis bir duygu. Belki bir gün çocuğum olur ona o duyguyu verebilirim yeniden yeşerebilir. Özlemek, güzel bir şey. Yaratıcılığını perçinleyen bir şey. Mesela ben şu sıralar geçmişten öte bir şey özlemiyorum. Özlediğim şey artık yok dolayısıyla sadece özleyebiliyorum.

“Çocuğum olsa benim hissettiğim duyguları ona verebilir miyim” diye düşünüyor musunuz?

Bildiğim tek bir şey var; yaşadığım şeyi ben ona veremeyeceğim. Çünkü ne bir büyükbabası olacak, inşallah hayat izin verirse anneannesini, babaannesini tanır… Ama öyle bir şey veremeyeceğim o belli. Başka bir şey vereceğim. Bir de bizim yaşadığımız hayat başka bir hayat. Müzisyen hayatıyla oradaki düzenli hayat arasında dağlar kadar fark var. Ama başka bir hayat görecek, belki onu sevecek. En azından ona anlatabileceğim bir çocukluğum var. Bir çocuğun ne istediğini biliyorum çünkü aldım. Sevildim en önemli şey o. Sevebilirim herhalde diye düşünüyorum.

Albümler dışında film ve dizi müzikleri var. Yazılmış hikayelere ses veriyorsunuz. Devam edecek mi dizi müziklerine?

Devam etmiyorum. Para almadım. Ya para kazanacağım bir şeydir ya da proje çok iyi bir projedir o zaman olurum o işin içinde. Benim derdim sinema. Keşke sinema olsa. Dizi para kazanacağım bir alandı ilk başta. Çok çirkin bir sektör olduğuna karar verdim ve bıraktım. Albümler çıktıktan sonra albümdeki parçalar istendi. Ve çok büyük diziler istedi. Biz şirket olarak para değil engelliler için tekerlekli sandalye istedik. Karşılayamayacaklarını söylediler. Daha da tiksindim. Sonra çok sembolik paralar verildi. Bir tekerlekli sandalye alınamayacak paralar verildi. Zaten dizi sevmiyorum. Ama istendiği zaman güzel bir diziyse, oyuncularını seviyorsam; tıpkı Behzat Ç’de olduğu gibi neden olmasın. Bir defa izledim gerçi; diğer dizilerin yanında temiz duran bir yanı var. Ama bunun dışında hiç istemediğim diziler de oldu. Bir baktım bir defa kullanıyorlar. Tiyatroda da yaptım müzik o daha güzel, sinema da keza öyle… Buralarda olmak çok daha büyüleyici.

Müzik ve edebiyat dışında bir de tiyatro var. Daha önce “Şems! Unutma!”da yer almıştınız. Bir de Babylon’da Sevinç Erbulak ile skeçlerin de eşlik ettiği bir konseriniz olmuştu. Yine tiyatro devam edecek mi?

Babylon’da benim yazdığım bir metin vardı. Sürekli konserler vermekten ziyade projeler olmasını istedim. Sürekli aynı şarkıları söylüyorsun. Seyirci değişiyor ama ben değişmiyorum. Sıkılıyorum bir yerden sonra ve Babylon’daki gösteri beni çok heyecanlandırdı. Bir kadınla bir erkeğin ilişkisini anlatan bir küçük metin yazdım. Sevinç Erbulak ve Serhat Aslan da çok çok ekleme yaparak oynadı. İyi de yaptılar; hayat verdiler. Şöyle bir şeydi: seyircilerin arasında otururken bir anda konuşmaya başlıyor çiftimiz. Tabii seyircilerin de haberi yok bundan. Çok keyif almıştım. “Şems! Unutma!” ise butik bir oyundu. Özen Yula olduğu için hemen ‘evet’ demiştim. Müziklerini de yapma fırsatım oldu. Bir de Afife Jale’ye aday olduk. O, benim için önemli bir şeydi. Bugüne kadar müzikte hiçbir şeye aday olmadım, hayatımda bir defa tiyatroda bir şey yaptım onda da aday oldum. Oynadım da bir yıl. Ama çok oyuncu vardı ve herkesin başka projeleri de vardı bir yandan o yüzden butik bir oyundu, devam etmeyecek. Devam etmesi de… Biri beni isterse ve benim konser çizelgemle çakışmazsa ve sıkletim kaldırabilirse neden olmasın… Hem konsere git hem tiyatro… Çok yorucu; ben o zaman kaldırmakta zorlandım. Zor ama öyle bir şey olursa seçebilirim. Deneyebilirim, neden olmasın.

Sizi takip edebildiğim kadarıyla sahnede sizinle beraber en çok gördüğüm isimler: Murat Çopur, Berkant Çelen ve eşiniz Mert Önal. Yanılmıyorsam uzun zamandır beraber çalışıyorsunuz. Hiç anlaşamadığınız zamanlar olmuyor mu? Nasıl aşıp devam edebiliyorsunuz? 

Başta başka bir ekip vardı, olmadı; anlaşmazlıklar oldu, takvimler çakıştı. 3 kez dağıldık. Evrim Tüzün ise hep vardı; 2 kere dağıldıktan sonra o baki olarak kaldı. Berkant geldi, Murat geldi, Cenk Erdoğan geldi en sonda da Mert geldi. Çünkü biz evli olduğumuz için beraber çalışma taraftarı değildik ama çalışıyoruz. Haddim değil bunu söylemek ama; hepsi çok iyi müzisyenler. Ama önemli olan iyi anlaşabilmek; çünkü beraber yiyorsun, beraber uyuyorsun, her şeyi beraber yapıyorsun. Bir yerden sonra ‘eeeh’ demeyeceğin insanlarla olmalısın. 2010’dan beri beraberiz, gidiyoruz.

Eşinizle beraber çalışmak nasıl?

Buna ben değil bence kocam cevap versin.

Mert Önal: Karı-koca olmak başka bir şey. Ben de 25 yıllık müzisyenim. İşe gittiğimizde Jehan çok heyecanlı ben çok sakin bir adamım. Çünkü umurumda olmaz sorunlar, bilirim ki nasıl olsa olur. Ben Jehan’a çalan biri olamıyorum hiçbir zaman. Arkadan biri konuştuğunda duramıyorum. Normalde de öyle bir adamım. Şimdi seni de tanıdım. Senin için de konuşsalar duramam. E, karım olunca daha da tutamıyorum.

Jehan Barbur: Ben Mert ile çalışmayı çok istiyordum. İlk gençlik yıllarımda özellikle Mert’i dinlemeye gidiyordum. Çok güzel çalıyordu. Bazı insanlar çalar ve dinlersin; bazı insanlar çalar, izler ve dinlersin. Her insanın ışığı aynı olmaz. Mesela bazılarının sadece ışığı yeter. Bir kadın vardır çok çirkindir ama sahneye bir çıkar aşık olursun. Ben Mert’i izlemeye gidiyordum aşık oluyordum, çok estetik buluyordum. Seneler sonra da sevgili olduk.

Bireysel bir üretkenlikten mi yoksa az önce saydığımız ve belki daha da fazla isimle beraber bir şeyler üretmeyi mi seviyorsunuz?

Üreti, bireysel oluyor her zaman. Fakat bazen beraber ortak beste yapıyorsun. Üretiyi genişletmek çok insanla oluyor. Üretme aşaması yalnız tek, en fazla 2 kişi ile…

Üretme aşaması mı yoksa ürettikten sonra o şarkıya biçim vermek, aranje mi daha çok zaman alıyor?

Şimdi albüme 10 şarkı alacaksın diyelim; 10 şarkıyı yazmak halet-i ruhiyene bağlı. 10 yılda da yazabilirsin, 2 yılda da. Bu 2 yıl, her gün çalıştığın anlamına gelmiyor. Birini yazıyorsun, 8 ay geçiyor bir bakası oluyor. Bu zaman aldı mı? Almadı. Bir anda çıkmıyor sonuçta. Bekliyorsun. Dolayısıyla en ağır aşama onları hale, yola sokma aşaması. O da minimum 8 ay sürüyor.

Bülent Ortaçgil, Birsen Tezer, Göktay Göksu ve Ceylan Ertem beraber şarkı söylediğiniz isimler oldu. Sizin için en özel olanı var mı?

Erkan Oğur. Nesin Vakfı Gecesi’nde söylediğimiz Pencereden Kar Geliyor… Hayatım boyunca unutmayacağım.

Her söylediğinizde size aynı hissi veren şarkılar var mı? Meselâ; ruh haliniz ne olursa olsun söylediğinizde mutlu hissetmeye başladığınız ya da acı hissettiğiniz?

Artık yok. Yeni yazdığımda öyle oluyor. Onu sahneye getirene kadar en az 50-60 defa söylemiş oluyorum. Ama yazarken öyle oluyor… ‘Eskiden’i ilk yazdığımda çok duygulanmıştım, henüz sahneye taşımamıştım. Evde söylerken, dinlerken çok duygulanıyordum. ‘Öylesine’ keza öyle. Şimdi 4. albüm için hazırladığım 8 şarkı var. ‘Ay keşke çalsa da söylesem’ dediğim şarkılar var. Çünkü çok bakirler hala benim için. Şu anda hepsini çok öldürdüm. Fazla seviştik hepsiyle, bir uzak durmamız lazım, özlemek lazım gibi hissediyorum.

Sizi Kaktüs’te de, Ghetto’da da, Karga’da da dinleyip izleme şansım oldu. Hiçbirinde de “bugün kötüydü, sinirliydi, mutsuzdu sanki” demedim. Konserleriniz ya da dinletilerinizden önce yaşadığınız herhangi bir şey performansınızı; seyirciye, dinleyiciye yaydığınız enerjiyi hiç mi etkilemiyor? 

Şalterin var, deli gibi oynaman gerekiyor. Samimiyetini bile samimiyetsizlikle bazen ortaya çıkartmak zorundasın. Çünkü bu senin işin. Müzik, bir yaşam şekli tamam. Ama şimdi karşına aylar evvelinden biletini almış, para arttırmış, seni izlemeye kendi ruh halini düzeltmek için gelmiş biri var. Sahne iştir. Sahne benim gözümde sanat icra etmenin ötesine bir iş alanı. Şimdi, doğuya doğru: para vermiş adam, seni dinlemeye geliyor ve bir beklentisi var. Senin orada nazını niyazını, sarhoş olmuşsun, kötü çalmışsın, baban ölmüş, taziyeni filan çekmek zorunda değil. Hastalanırsın çıkamazsın zaten o konser yapılmaz. Çıkıyorsan ne varsa etinde, kemiğinde vermekle mükellefsin bence. 10 kişi de gelse 1 kişi de gelse 500 kişi de gelse bu böyle. Seni çok izlemiş biri ancak anlar ya da fark eder; karşılaştırma yapar ‘bugün canı bir şeye sıkkın sanırım’ diye…

Kültür Mafyası’nda, Aykırıakademi’de yayınlanan yazılarınız ve yanlış hatırlamıyorsam kendi blogunuz da vardı. Bir yandan müzik de devam ederken kitap fikri nasıl ortaya çıktı?

Bloga yazıyordum, çocukluğumdan beri de günlük tutarım. Paylaşmak istedim. Çok yalnızlaşıyorsun yazınca. Biraz insanlar okusun istiyorsun, aynı şeyleri mi hissediyoruz, yalnız mıyım… Sıkıldım bunun sanal alemde olmasından. Zaten sıtkımız sıyrılmış şarkıların sanal alemde olmasından. Yekta Kopan’ı aradım: ‘Bir bak ne olursun. Ve dersen ki bunlar çöp, yırtıp atarım. Ama bana bir şey söyle’. O da dedi ki; ‘bunlar çok kişisel şeyler, içinden. Ve bence bunları çıkarmalısın. Yanlış bir şey yapmıyorsun’. İnandım ve güvendim. Ve ikinci kitaba da başladım. İkinci kitaba başlayabilmem, yazabilmem için biri çıkarmam gerekiyordu. İkinci kitap, başka bir şey; öykü değil, şiir değil. Yapmayı çok istediğim bir şey, başka bir şey. Ama onu yapabilmem için kendi kalemimi az da olsa biraz dökmek istedim. Ve artık gidip bir dükkandan satın alınabilecek, koynuna sarabileceğin, internetten değil de sayfasını karıştırabileceğin.

Arada karıştırıp sevilen bölümlerini okuduğumuz…

Evet, not alabileceğim, altını çizebileceğim bir şey olsun istedim. Buna ben hasretim; çünkü kitapları öyle okurum. Defterlerin her yeri; günlük diye tuttuğum son yıllardaki tüm defterlerim kitaplardan alıntılarla dolu. Kendimle alakalı çok az şey var. Dolayısıyla hem korkarak hem çekinerek hem edebi bir kimliğimin olmasına haddim yok diye de düşünerek ama son dönem Enver Aysever’in de çok destek verip inanması ve ‘yazdığın şeylerde şiir var’ diyerek güç vermesiyle  ‘tamam o zaman’ dedim.

Hızlıca soralım dedik:

Çocukluğunuzdaki kahramanınız kimdi?
Michael Jackson. Aşıktım deli gibi. Muhteşem müzik, sahne harika! Var mı böyle bir şey dünyada…

Dinlemekten sıkılmadığınız albüm ya da isim var mı?
Erkan Oğur’dan Bir Ömürlük Misafir ve Dönmez Yol. Bir de Fink var.

Erkan Oğur’u sevmenizin nedeni yaptığı müzik mi karakteri mi?
Her ikisi de…  Müzikle başlıyor… Ben de müzisyen olmadan önce müziğini seviyordum, müzisyen olduktan sonra herkesle tanıştık; ahbap olduk, düşman olduk, arkadaş olduk, rakı masası paylaştık, herkesle çalıştık. Ama Erkan Ağabey’i çok sevdim.

Unutmaktan korkuyor musunuz?
Evet, hem de çok. Ve gitgide unutuyorum. Çocukluğumu hiç unutmuyorum; belirli bir yaşa kadar yaşadığım her şeyi tüm detaylarıyla, kokularıyla, replikleriyle yazabilirim ama dün ne yediğimi hatırlamıyorum. Çok hızlı yaşıyoruz herhalde ve her şey o kadar büyülü gelmiyor. Dolayısıyla hafızaya o denli kazınmıyor. Çok çabuk unutuyorum ve unutmaktan çok çekiniyorum o yüzden yazıyorum.

Neden rakı?
Çünkü babam.

Babasına aşık kızlardan mısınız?
Hayır. Çok seviyorum; aşık değildim ama hayrandım. Hayran oldum sonra. Doğruyu söylemek gerekirse aramızdaki yaş farkından dolayı yıllarca babamdan utandım; yaşlı göründüğü için. Sonra sevdim, sonra hayran oldum. Öldükten sonra anladım. Çok zaman aldı babamı anlamam ama şükür ki yeter derecede yaşayabildim babamı. 23 yaşıma kadar babamı yaşadım. Ve sömürmeye çalıştım son yıllarda; anlamak için.

Şu aralar hayat nasıl gidiyor? Kitabınız çıktı, bir yandan konserler devam ediyor, Yoğunluk bolca var. Bir taraftan da Haziran ayından beri yaşanan siyasi gerginliklerin günlük hayatlarımızdan artık ayrılmaz bir parça oluşu ve haliyle sizin kendi özel hayatınızda yaşadıklarınız. Her şey son sürat devam ederken siz tüm bunların içinde nasılsınız? Nasıl bir dönem geçiriyorsunuz?

Tedirgin gidiyor. Hep ‘bu son konser mi?’ diye bakıyorum. Bir şey beğenmiyorum, korkuyorum, daha çok korkuyorum ama hayat güzel gidiyor çünkü bildiğim kadarıyla beni 2 ay sona öldürecek bir hastalığım yok ve çevremdekilerde de… Bu, yeterli bir şey. Ben hep bunu derim. Dolayısıyla boşuna mızmızlanmayı gerektirecek bir şey yok ama çok mızmızlanırım. ‘Daha iyi olabilirdi, bu böyle olabilirdi’ Yalnız tek fark ettiğim şey; bu sene insanlardan daha çok korkar olmuşum. Bu Gezi olayları diyelim… Hep siyasetin göbeğinde olmadık ama hep anlamaya çalıştık. Siyasi şarkılar yazmadık ama sıkışmışlığımızı bu ülkede yaşayan bir insan olarak, bir kadın olarak duygularımızı hümanist bir bakış açısıyla ifade ettik. Gezi olaylarından sonra birçok olay zaten hep yaşanırken sadece ayyuka çıktı. Benim korkum şuydu: çok bölüneceğiz. Ve bence daha çok bölündük. Herkes bir köşeyi tuttu, herkes bir şeyci oldu. ‘Sen necisin?’, bu beni çok rahatsız etti. Gündelikten bahsediyorum. Sonra Gezi kitapları gırla çıktı. Peki bunca zaman niye Güneydoğu’yu anlatmadınız? Niye güneyi anlatmadınız? Niye Karadeniz’deki hayatları anlatamadınız? Gezi’yi mi beklediniz? Ben diyorum ki ‘kitap çıkartıyorum’. Arkasından yorum geliyor:  ‘İnşallah gezi ile ilgilidir’ diye. Neden ki? Ben zaten yazmışım, çizmişim o zamana kadar. Sevmiyorum faşizanlığı. Yanlış anlaşılmasın. Bence Gezi iyi bir şey, ama bundan nemalanan çok fazla grup çıktı ve faşizanlık telaffuz buldu gündelikte. Kötü bir şey olmadı iyi bir şey oldu ama şimdi herkes taraf. Ve herkes çok ukalalaştı. Bir şey yaptılar sanki, hop herkes üstüne alındı. Bunu yapan çok küçük bir zümreydi; öper başıma koyarım, etrafına yanaşanlar oldu bu da büyük bir cesaretti, yanaşanların yanına başka bir çember dolandı bunlar da bu güzel gruplardan güç alıp hiç hadleri olmadığı halde ukalalaştı. Kendilerini söz sahibi sandılar, sanata da edebiyata da boş keseden maval okumaya başladılar. Herkes muhalif herkes ukala oldu.  Bense sadece ölüme muhalifim çünkü hayatı biliyorum; o yüzden sanatın içindeyim.

Not: Bu röportaj Boo! dergisinin üçüncü dönem ikinci sayısında yayımlanmıştır.

Internet üzerinden. Ücretsiz. 2006’dan bugüne aralıklarla, dönemler halinde çıktık. Yaratıcı ve kültürel ortamlardan etkinlikleri, sanatçıları, eserleri anlatan yazılar yazıyoruz. Yeni sayı çıkarmaya yakında devam edeceğiz. Buyrun!

Daha Fazla İçerik
Boo! Üçüncü Dönem İkinci Sayı