Dergimizin sayılarını yayınladığımız issuu.com sitesi Türkiye'de yasaklandı. Bir telif uğruna bütün bir hizmetin engellenmesini kınıyoruz. Bizi okumak için VPN'lerinizi açmayı unutmayın.

Oğuz Atay

İncir çekirdeğinden dertler edinen adam

Kapını çalıyorum ey okuyucu, bir borcu ödememe tanıklık et diye. Her ne kadar ödense de, eksik kalacak bir borcu azaltmama yardım et diye. O bana erken, ben ona geç kalsam da “Ben de buradayım” diye…

Hani derler ya “incir çekirdeğini doldurmaz” diye, bu adamın anlattıkları da durup düşünmediğimizde o çekirdekleri doldurmayan dertler belki. Ama hadi gelin dürüst olalım kendimize, aslında pek çoğumuz en azından bir kere, bu dertlerden en azından birini büyütüp büyütüp hayatının merkezine koymadı mı? “Hem öleyim, hem de cenazemde insanların benim için nasıl yas tuttuğunu görecek kadar canlı olayım” diye geçirmedi mi aklından mesela? Eh, öyleyse bu durumda ustanın yazdıklarını “Büyük Hayat Ansiklopedisi” gibi düşünebilirsiniz. Herkesin derdi de hep aynı olacak değil ya, a canım? Herkesin düşünebileceği dertleri, ama hepsini içeren yazılar, romanlar, öyküler, oyunlar, günlükler işte karşımızdakiler… Ve onları yazan adam: Oğuz Atay.

Bir Kapı Aralanırken

Yeni bir solukla başlarken yazmaya aklımda ne zamanlardır olan bir borcu (hem anlattığım ustaya, hem de onu anlatmaya söz verdiğim bir dosta) ödemek niyetiyle çıktım yola. Belki sonbaharın gelişinden (Oğuz Atay’ı sonbahara ve hatta kasıma yakıştırırım ben çünkü), belki de bu borcun yükünü daha fazla bekletmek istemediğimden “gün bugündür” dedim çıktım yola. Ama karıştırdıkça sayfalarını kitaplarımın, okudukça hakkında yazılanları; yükümün ağırlığını daha iyi anladım. 

Peşinen borcumun tamamen ödenemeyeceğini, ne yazsam Oğuz Atay hakkında hep eksik, “kurtarmaz” kalacağını kabullenip kuşandım kalemimi. Kusurlarım affola…

Bu yazı kağıt ve kalemle yazıldı önce, sonra dijital dünyaya süzüldü. Kitaplar okunurken altı çizilmedi, “nasılsa hepsi” diyerek yanlarına çarpı atıldı paragrafların. Okumalar sırasında bolca Ezginin Günlüğü dinlendi. Satır aralarında gülündü, sonra ağlandı. Kitaplar kapatılıp kaldırılırken eski bir dostla ayrılır gibi vedalaşıldı. Ve sonunda, vakit geldi çattı. İşte sahne! İşte yüzleşme Zamanı!

Doğum ile Ölüm Arasındaki Mesafe

(1934 – 1977). Kısacık bir parantezin içinde bir mühendislik diploması (inşaat mühendisliği), bir doçentlik unvanı, biri TRT roman ödüllü (1970) üç roman, bir öykü kitabı, bir oyun, iki evlilik, bir evlat ve pek çok dost… Kendisini anlamadığını düşündüğü (ve muhtemelen çoğu da gerçekten anlamayan) bir dolu tanıdık tanımadık insan… Avukat bir baba ile öğretmen bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Oğuz, başarılı bir öğrencilik hayatının ardından babasının istekleri doğrultusunda mühendis olur. Hem de inşaat mühendisi. Kendi arzularını terk edip ailesinin isteklerine uyan bu adam sonrasında yıllar geçip romanlarını yazdıktan sonra bile, “mühendis olmasaydım ne olurdum bilemiyorum” diyecek kadar bağlanır mesleğine yine de. Yaptığı her işi layıkıyla yapan eski adamlardandır çünkü… Genç yaşında profesörlük mertebesine erişecekken, ömrü vefa etmeden gittiğinden, doçentlikle noktalaması, akademik hayatını işini iyi yaptığını göstermez mi zaten? 

İşin acı yanı, belki kafasını bunca kullanan Atay’ın “kafasından” ötürü sona ermesidir hayatının. Beynindeki üç urdan ikisi ameliyatla alınmış, ancak üçüncüsü tehlikeli bir bölgede olduğu için bırakılmış. Ölümüne de işte bu sebep olmuş. Nasıl bir ironi, nasıl bir oyun? Bu da hayatın bir cilvesi olsa gerek…

Internet üzerinden. Ücretsiz. 2006’dan bugüne aralıklarla, dönemler halinde çıktık. Yaratıcı ve kültürel ortamlardan etkinlikleri, sanatçıları, eserleri anlatan yazılar yazıyoruz. Yeni sayı çıkarmaya yakında devam edeceğiz. Buyrun!

Daha Fazla İçerik
NAR Photos